22 Haziran 2012 Cuma

Geçmişin İstanbul'unda Ayasofya

ayasofyanın mimari planıHastalıkta bazen bişeyler öğretebiliyor. Yazın göbeğinde nezle olup üstüne birde diş ağrısı piyangodan çıkınca eve kitlenip kaldım geçenlerde. Dışarıda mis gibi hava, akşam üzerine esen hafif rüzgar... Evde sıkıntıdan patlamamak elde değil. Hal böyle olunca bende kendimi bişeyler izlemeye verdim. Taa ki izleyecek bişey bulamayana kadar. Ara verdiğin diziler, sonra izlerim dediğim filmler... Hiçbirinden bişey çıkmayınca harici harddiskteki film arşivine yöneldim. Orada da tık yok. İzleyebileceğim şeyler arasında sadece arşiv olarak "kalsın ya" diyerek tuttuğum belgeseller mevcut. Doğa'nın güçleri yazan belgeseli açtım. Baya baya umutsuzca... (buraya bir parantez açıp söylemek isterim ki, arşiv olarak belgesel topluyorum ama izlemeye gelince tırt. dizi olsaydı itiraf edeyim ki diziyi izlerdim herkes gibi)  3-5 dakika derken adamlarım belgeseli ister istemez içine çekiyor seni. Kasırga, Rüzgar vs. derken konu depremlere geldi. Adamın teki 99 İzmit depremini 3 yıl önceden bilmiş. Tahmin diyelim. Çünkü fay hattının aynı San Francisco'da bulunan fay hattıyla anıymış. Velasılkelam adamın maksadı eğer buradaki hareketleri öğrenirsem ona göre memlekette uygularım. Roma imparatorluğundan bu yada roma imparatorluğundan bu yana olan bütün depremlerin yönünün saptayarak 99 izmit depremini önceden tahmin etmiş. (Ama konumuz bu değil bu deprem olayını sonradan yazacam elbet) Zaten konumuz bu değil. Bunca  deprem görüp, bunca eski bilginin öğrendiği yer Ayasofya, Kutsal bilgelik..

ayasofya belgeseliYapılış sebebi bile şiddetmiş. Roma imparatoru Justinyen zamanında bi'nevi sağcı solcu çatışması mevcut. Bunun yanında yüksek vergi falan derken birgün halk galyana gelip isyan eder. Ortalığı yakıp yıkarak tabiri caize amuğa koymuşlar. (Nika ayaklanması) Etraf yanıyor, toz duman derken bizim Justinyen için bi fırsat geçiyor eline. O zamanlarda ne kadar büyük yapı yaparsan gösteriş ve gücü simgelediği için (bugünde sürekli yapılıyor gerçi) hemde halkı oyalayacak bir şey olur hesabı, iki Trabzonlu olduğunu düşündüğüm adam buluyor ve "yapın buraya devasa bir katedral" diyor. (Esasında ayasofya 1-2 ve 3. dönem yapılışı olarak ayrılır) Bunlar mimar değil de o dönemin mekanik mühendisleri denebilir. Yani bu döneme göre hani şu bazen izlediğimiz mühendislik harikaları serilerindeki kişilerden. Pratik zekalılar bir çeşit deneysel mimari işte. Bu iki süper zeka elleri mahkum tamam diyor fakat 5 yıl içerisinde halledilmesi gerekli her şey. Hemde o devirde... Gel zaman git zaman ana kolonlar yerleştiriliyor ama devasa kubbeyi taşıyamıyor ve kolonlar yanlara esniyor. Başlıyor yavaş yavaş yıkılmaya. Bu seferde bizim Trabzonlu müteahhitler akıllarına gelen cınyıs fikirlerle yapıyı ayakta tutmaya çalışıyorlar. Oraya eklenti, buraya eklenti derken bazı sorunlar geçiştiriliyor. Ama iş işten geçti bi kere, bazı payanlar artık yarım daire değil ve kubbe yapının üstüne yayılıyor...

ayasofya belgeseli
Velhasılkelam yapının 6 yılda bitmesi ve 20 yıl aradan sonra kubbenin çökmesini... Çöken kubbenin tekrar yapılışının 4 yıl sürmesini... Hatta Pozoyana tuğlalarının suda yüzebilecek kadar hafif olduğu halde, tuzsuz nehir kumu ve kireçten harçlanarak oluştuğu için bunun kalsiyum silikat etkisinin olup yani çatlasa bile kendi kendisini onarabildiğini... Bazı sütun ve kirişlerin günümüzde bile yamuk durduğunu... M.S. 500. yy'da depreme dayanıklı kolon/sütunların nasıl yapıldığını görmek istiyorsanız aşağıdaki Belgeseli izleyin...

Ben böyle böyle böyle bir belgesel var izleyin deseydim bok izlerdiniz. Belki biraz merakta bırakmışımdır da izlersiniz. Sıkıcı değil tam aksine süper ötesinde sürükleyici geldi bana...





19 Haziran 2012 Salı

Yal(ın)ızlık Tek kalmak değildir.

Mektubun Ön Yüzü

Kimi görsem, kime baksam, kimi dinlesem, kimi okusam yalnız. İstatistik tutsaydım sanırım her 4 kişiden 3ü tek başına bir ağlak modda. Ortak dertleride "Beni kollarına alacak sarıp sarmalasın olmadı kucağına alsın..." vs. vs. Hee birde ileti ve tweetlerden eksik olmayan aforizmalar. Hiç olmadı şu son zamanlarda yeni moda olan fotoğraf üzerine alt, orta, üst yazılı zımbırtılar. Hadi o da olmadı film kareleri, iki külahlı dondurmalar...

Tedavi görmesi ve bir an önce sevişmesi gerekenler ise sürekli çocuk patikleri, yakışıklı bir adamın kucağındaki çocuklu fotoğraflar vs. vs... paylaşan kişiler. Lan ölüyorsun sevgili sevgili diye ne çocuğu? Ne patiği? Artık yalnızlıktan saçmalamanın doruk noktası. Neymiş efendim "topluluk içinde bıdı bıdı..." "kimse beni anlamıyor bıdı bıdı" "Çevremdeki dinlemiyor...." Ya bırak allasen ya. Sırf laftasın amk! Başın belaya düşünce direk yardım istiyorsun vs... Kararlarını verirken ona buna soruyor doğruyu bulmaya çalışıyorsun... Her gün evine giriyor ve ailenle birlikte yemeğe oturuyorsun. Tatile planlarını samimi arkadaşlarınla birlikte gitmek istiyorsun.... vs. vs. Ama lafa gelince sırf aforizma için yalnızım diyorsun... Tamam ya yalnızsın amk!

Eğer tuvalete girdiğinde kapı yada telefon çalıp çalıp devam ediyor ve sinirin bozuluyorsa, şarap aldığında bardak kullanmak yerine şişeyi kafaya dikiyorsan, yattığında bacaklarının arasına yastık alıp uyuyorsan, balkonda unuttuğun patates ve soğanların yeşermişliğini hissediyorsan, manavda, reyonda kişisel seçimlerden dolayı arda kalan soğan, patatesler gözüne çarpıyorsa, hasta olduğunda tavana bakıp hayaller kuruyor ve bundan saatlerce sıkılmıyorsan vs. vs. yalnızsın demektir...

Belkide kimse kendisine şans vermediği için bu kadar yalnız? Bir kere olsun "evet" dese belkide kurtulacak. Ama bazı götler o kadar yüksekteki yalnızlığa mahkum. Daha doğrusu yalnızlık üzerinden laf salatası yapmaya mahkum. Çünkü bazı arkadaşlar iki sevgili arasındaki boşluğu yalnızlık zannediyorlar...

Mektubun Arka Yüzü

Yalnızlık bazen bildiğini okumaktır. Kendi doğruların uğrunda yürümektir. Belki yanlış belki doğru... farketmez, bunu yapmak istediğin için yapmaktır yalnızlık. Hayatta yapmak istediklerini yapmışındır, bazen şansın yaver girmiştir bazende zorlamışındır şansını... Sonrasında olanları düşünmeden, belkide sonrasında olanlara katlanırcasına...

Yalnızlık bazen uğruna emek harcayıp kazandığın şeyi ardından "eee şimdi ne olacak?" demektir. İçinden geleni yapmışındır ve bitmiştir. Olayların geçtiği zaman sürecinde görmüş, yaşamışındır herşeyi ama sonuna geldiğinde sakinlik, ginginlik vardır üstünde... Sorarsın kendi kendine... "ya şimdi?" diye.

Yalnızlık bazen kaderdir. Çocukluğundan beri bişeyler ters gitmiştir. Ya da öyle yetişmişindir ama aklın başına gelene kadar farkında olmamışsındır. Belkide istemediğin halde seçmişindir yalnızlığı... Zorunda kalmışındır...

Yalnızlık bazen ansızın çıkıp yürümektir. Gitmek... Hemde dilediğin yere engel tanımaksızın. Koşulları düşünmeksizin... Canın istemiştir ve gitmişsindir. Ankara, İzmir vs. yollarında bulmaktır kendini. Hele ki işleyen düzenin aksine, hafta içi gibi bir zamanda olursa fark edersin hayatı... Yaşamayı... Özgürlüğü...
M: siz hiç terkettiniz mi?
K: yani ardında bırakmak terketmekse belki ama, hiçbir zaman geri dönmemek üzere gitmedim.
M: tabağınızda yemek bıraktınız mı usta?
K: arkanızdan ağlar diye korkuttular bizi. bu yüzden hep bıraktık. çünkü isyan vardı hep ruhumuzda. en sevdiğimize bile. o yüzden hep sevdiklerimizi öldürdük zaten.
M: şimdi devam mı ediyoruz yani?
K: insan başka kimi öldürebilir ki sevdiğinden başka.
M: karşı taraf da bunu bekler yani?
K: karşı taraf da bunu ister, o yüzden kusursuz değildir hiçbir cinayet.
Yalnızlık bazen sevdiğini öldürmektir. O'nun hayatında olmasından memnunsundur esasında ama içeride bir yerde senden aldığı şeyler vardır. Seni kitler... Seninle adım atmak yerine seni sabitler. Gün gelir zincirlerini kopartmak zorunda kalırsın. Gidersin. Ama belkide bu bir gidiş değildir. O'nun orada kalmasıdır?

Yalnızlık bazen karabasanla mücadele etmektir. O kadar tek başınasındır ki günlerce kimseyle bile konuşmaya bilirsin. Yalnızlıktan konuşamazsın. Yeri gelir sadece bakkalla alış-verişindir diyalogların... Gece yatağa girersin, duvarlar üzerine çoktan yıkılmıştır zaten. Uyumadan önce karabasana seslenirsin "bu gece vaktin varsa gel" diye. Kendini umarsızca kollarına atarsın karabasanın...

Yalnızlık bazen iki güzel göğüsün arasında bulunmaktır. Belkide iki güzel kadının ortasında uyumaktır. Umursamazsın, belki bir daha hatırlamazsın bile. Kimisi için büyük bir şans olarak gözükse de o an bile "hepsi buymuş demek ki" diyebilmektir.

Yalnızlık bazen gideceğini bildiğin halde bir kadına "hoş geldin" demektir. Seni kişiselleştirir bir süre ama aklındadır hep başladığın nokta... Yani son nokta... Zamanı gelince masadan kalkan kadının arkasından bakarsın... Hayatında değişen bir şey olmaz. Kaldığın yerden devam edersin.
Bi arkadaş derdini anlatırken "inanmazsın kimse beni anlamıyor çok yalnız hissediyorum kendimi" dedi. Ben kendi yalnızlığıma inanamazken bir başkasınınkine inanmak zor oluyor. Çünkü kelimenin tam anlamı ile yalnızlık kelimesi bile yalnızlığımın yanında yalnız kalırken, seninkini anladığımı söylemek hakikaten bana haksızlık olur.
Yalnızlık bazen eğlencedir. Patırtı kütürtü olmadan sakin sakin. Kimsecikler yok. Belkide elinde bir bardak içinde vokta... Yada sevdiğin herhangi başka birşey. Keyfin yerindedir ve mutlusundur. Senin için yeterlidir. Keyfine bakarsın o anın. Nefes alıp verirsin bol bol... Tasvir edilirken duvar dayanıp ağlayan kadın/erkek fotoları değildir yani yalnızlık...

Yalnızlık tek kalmak değil, tek başına yürümektir...