yazilar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yazilar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Barney Sikerson'a ithafen...

Nerden nasıl başlayacağımı bilmiyorum, böyle durumlarda da genelde hep susarım... Şunu tekrar anladım ki birisini sevmek, birisini anlamak için onu görmek gerekmiyor. Sadece yazdıklarını okumak bile yetebiliyormuş. Bir önceki yazıda da anlattığım gibi bazı blogları okurken kafamda olduğundan fazla kişiselleştiriyorum. Zamanla okudukça da gelişiyor gelişiyor gelişiyor...

Barney... Seni, yazdıklarından ve ara ara attığımız mailler sonucu açılan konudan konuya muhabbetle tanıdım. Kadınlar hakkında yazdıkların sert olsa da esasında bana göre gerekene saygı duyduğun belliydi. Bunun için sadece biraz kafa çalıştırmak yeterliydi. Kadın düşmanı değildin, dilin sertti, sen serttin... Sen hayatta yalnız yürüyenlerdendin bana göre... İşi biliyordun ama herkese karşı aynı değildin. Yazdıkların o kadar ince görüşmüş sert gerçeklerdi ki... Bişeyler vardı yazılarında beni çeken. Bir ortak nokta, bir bişey. Hiçbir zaman düşünmedim ne olduğunu ama bu sanki "yolcu yolcuyu tanır" hesabı bişeydi... Keşke cuma akşamı şu son yazıyı yazmak için içimden gelen bir his hiç gelmeseydi... Keşke maillerle kalmayıpta çok daha fazla seni tanıyabilseydim hafız..
Bir bankta oturmuşuz karşımızda gemiler...Dünya sikimizde değil...Bu sefer bana bişeyler anlatmak yerine susuyorsun...Elimizde biraları yudumluyoruz..."hafız gidip kokoreç yiyelim mi?" dediğimde ses vermiyorsun...Şerefe!

Birkaç yazı daha... 








11 Mayıs 2012 Cuma

Blogları Okurken...

Blogları okurken
Şunu farkettim bloğa bişeyler yazmaktan çok okuyucu rolündeyim. Haftada bir belki iki hafta bir yazıyorum ama her gün gazete okur gibi blogları dolaşıyorum. Yazmama sebebim ise üşengeçlikten kaynaklanıyor. Çünkü uzun yazılarımın çoğunu önce deftere yazıyorum sonrada bilgisayara geçirmeye üşeniyorum. Neyse okuduğum kimi blogu pek iplemiyorum (moda vs. çünkü bana göre değil), kimisi de baya sürükleyici roman tadında yazıyor ki onları takip etmeye çalışıyorum. Onların dışında sürekli iletişimde olduğum ve her yazısını okuduğum (yorum atmayı unutsam yada atacak yorum bulamasam da) blog/bloggerlardan bahsedecem biraz. Daha doğrusu onları okurken nasıl gördüğümü anlatacam. Nasıl oluyorsa kişiselleştirdiğimin farkına vardım geçende. Herhalde ilk tanıştığımdan yada okuduğumdan bu yana nasıl bi profil çizdilerse gözümde o gün bu gündür yazdıklarını okurken hemen her zaman aynı şeyi yaşıyorum okurken.

Önümüzdeki 5 yıl boyunca serbest bir ilişkimizin bulunduğu hatun. İlk tanıştığım blogger. Bu hatunun yazılarını okurken hep sabaha kadar konuştuğumuz, lafladığımız, dertleştiğimiz bir durumda sanıyorum kendimi. Bir öğrenci evinde, önümüzde duran bir yemek masası üstünde muşambadan çiçekli böcekli bir masa örtüsü. Benim önümde bir bardak çay bir taraftan yudumluyorum, onda her zamanki gibi portakal suyu, bir taraftan da yazdıklarını can havliyle harıl harıl anlatıyor gibi. Hangi yazısı olursa olsun aklımda böyle bişey canlanıyor ve okuyorum. Eşek sıpası sürekli anlamadan dinlemeden trip atmaya çalışsa da her seferinde duvara tosluyor o ayrı :) Şu dersleri bi hallette daha fotoğraf turuna çıkacaz beee!!! İlkler ayrıdır. :)


Sorunlu. Ama seviyorum müdürümü :) Egosu tavan olsada bir o kadar da yerde lan! En azından benim gördüğüm öyle ve memnunum. He onun yazılarına gelelim. Kafayı buluyorum onun yazılarında. Zaten yakın sayılırız ve haliyle gözümün önünde karşı kapı komşumun kapıyı açıp bana apartmanda yankılana yankılana bir olayı anlatması gibi geliyor. :) Evet böyle yapacak bişey yok. Bazen de bir çay bahçesinde, gene elimde bir çay, her an bir espiri veya laf sokacakmışçasına karşımda gülen bir yüz, püfür püfür esen bir yaz akşamında muhabbet ediyormuşuz gibi bişeyler eşliğinde yazılarını okuyorum. Şimdi birde müdür falan oldu birde kokona olursa oww baby...

Geçmiş olsun hafız. Etrafımdaki kafa dengi herifler tek tek evlenmeye yol aldıkları şu zamanlarda bu herifin yazılarıyla kafamı açıyor desem yalan olmaz. Belki diğerleri kadar muhabbetimiz bile yok hatta sadece birkaç mailleşmeden ibarette olsa adam işi biliyor. Her ne kadar siyah tabanda dar ve uzun yazılarını zaman zaman okumakta zorlansam da seviyorum bu herifin yazılarını ve tespitlerini. Haa gel gelelim bu adamı okurken ki ruh halime işte orası biraz karışık. Bazı yazılarında bir kongre merkezinde topluluğa şu şöyle bu böyle diye hitap ediyor gibi gelse de çoğunda sanki bir banka oturmuşuz karşımızda gemiler izliyoruz. Dünya sikimizde değilmişçesine bana bişeyler anlatıyor. Kulağım onda, elimizde biraları yudumluyoruz ama konunun tam ortasında "hacı gidip kokoreç yiyelim mi?" dediğim de "hadi lan ben de acıktım" diyecek gibi bir durumda okuyorum desem yeridir. Kokoreççiye vardığımızda konu kaldığı yerden devam ediyor... Böyle de enteresansın hafız bende.

Kokona, kokoş... Ama kötü anlamda değil, iyi hoş sempatik kokona. Şöyle diyeyim Titanic'de Jack'in üstünü başını giydiren bir şendul vardı ya. Heh işte ta kendisi. :) Böyle yarım yamalak olsa da tanıyoruz birbirimizi. Eee bu hatunun yazılarını okurken ise kendimi Büyükada'da bahçesi olan bir ev, karşımda demir, yuvarlak, ayak kısımlarının boyaları kısmen deforme olmuş beyaz bir masada çayımızı yudumlarken anlatıyor sanki başından geçenleri. Hee birde kucağın kedisi ve masanın üstünde otisabi'nin kitabı... Bana anlatıyor anlatmasına ama az yaban çakalı değil yoldan geçen gençleri de bir taraftan kesiyor gözleriyle... :) 

Sadece attığım yorumlardan belki tanıyor belki tanımıyor. Ama yazmaya başlayalı okuyup takip ettiğim kişilerden birisi. Hiç tanışmıyoruz hiç tweet bile atmışlığımız yok. Ama yazılarını seviyorum. Aklı olduğunca başında son zamanlarda yorgunluktan ve yoğunluktan pek bi şikayetçi olsada... Pek bi atarlı, pek bi harbi... Hayalimde ise 30lu yaşlarına ramak kalmış, biraz uzunca boylu neden olduğunu bilmiyorum ama sarışın diye gözümün önünde canlanıyor. Yazıklarını okurken Lost'un arka bahçesi ambiansında okuyorum. Yani oradayız ve anlatıyor bana bişeyler. Lost'u Bakırköy'e gidenler bilir, 1 tane büyükçe bir ağaç ve dalların çok güzel gölge görevi gören bahçede tahtadan masalar, duvarlarda sessiz plazmalar, plazmalarda müzik kanalı, kulağı rahatsız eden müzik plazmalardakinden farklı... Böylede saçma bir yer işte. Sağımızda bar var, küllükte iki sigara, biralara eşlik ediyor. Sonra sevgilisi gelip bana dalıyoasdkansdajsdb... Gözümü bir açıyorum Acıbadem acildeyiz. :)) 

Kafasını her an belaya sokacak gibi. Daha ergen ama diğer aynı yaşta okuduğum bloggerlara istinaden daha sert ve daha farklı bir platformda olduğu için sürekli okuyorum. Asi ve anarşist geliyor. Yazdıkları farklı bir dünya. Aynı yaştakiler "öff üni'deki kız kıskandı vs" diye yazarak tespit yaparken bu hatun "müşteriyi dövdüm aldım façasını aşa hacııı" tarzındaki durumları ister istemez ilgimi çekiyor... Pek bi muhabbettimiz var, var da işte çok kopuk kopuk olmasına rağmen ben onu o beni tanıyor gibi. Ama ben onu okurken bir parkta tahterevalli'nin bi ucunda o bi ucunda ben birde onun elinde simit sanki duymuyormuşum gibi bağıra bağıra bişeyler anlatıyor gibime geliyor. Anlatıyor ama sürekli ya o cool adam ya başka bir onu seven herif. Hiç olmadı kırmızı ruj sence nasıl? Ya kırmızı kot? Sürekli söylememe rağmen sonuçların hepsi hayalkırıklığı vs... Ama o da bi çılgın tabi :))

Velhasılkelam böyle saçma sapan kısa kısa bir yazı oldu. Yani her zaman böyle olmuyor tabi. Kafamın rahat olması gerekiyor böyle moda girerek okumak için. Bazen sadece ekrana bakarak okuyor gibi oluyor hepsi bundan ibaret kalıyor. Yazmayı unuttuklarım, yazmadıklarım alınganlık vs. göstermesin durduk yere. Saat geç oldu zaten. He birde herkese olmuyor tabi tanıdıkça şekilleniyor değişiyor bir nevi yaşayan kitap gibi oluyorsunuz beynimde... ve sizi okumak hoşuma gidiyor... Bilin istedim. Evet katılıyorum, Delirdim...

Şuan aklıma geldi de bu olayı Mim, Ödül gibi şeye dönüştürerek yeni bir akım mı başlatsam? Yük altında bırakmak istemiyorum kimseyi çünkü bana biraz yük gibi geliyor. İsteyen yapar farketmez başlamış olur hoşunuza giderseniz yapın gitsin yaa... Yada siktiredin gitsin... :)



27 Nisan 2012 Cuma

Kadınların Pazarlık Payı

Dur dur öyle aklından geçen pompaya dayalı pazarlık anlayışı değil. Alım satım işi değil yani. Kadınlar erkeklere göre daha sayısal varlıklar olduğundan dolayı bu pazarlık işlerini erkeklere göre çok daha iyi yapıyorlar. Herhangi bir erkek alışveriş sırasında pazarlık yapmayı sever. Yapmayacağı varsa bile sırf o muhabbeti sevdiği için girer pazarlığa. "Abi en son kaça olur? yabancı değiliz" vs diyerek giriş cümleleriyle başlasa da zaten herhangi her daim kazıklandığını anlaması bir yada iki gününü alır. Pazarlık sırasında ürünün fiyatını en alt seviyede tutar. Mesela 100 TL'lik bir ürüne vereceği ilk pazarlık fiyatı "bunun oluru olsa olsa 60 hadi bilemedin 70'dir." Burada esas verilmek istenen 70dir. 60 etmez ama 70 vereyim şeklinde garip bir ters psikoloji uygulanır. Sonrasında "abi naptın ya? 90 bize gelişi 10 tl karla satıyorum" falan fişman derken en ucuz 85'e kapatılır olay. Erkeklerin maksimum pazarlık anlayışı bununla sınırlıdır. Kadınların pazarlık anlayışı buna benzese de yer yer çirkefe yatıp malı bedavaya aldığı bile bilinir. Ama konu bu değil zaten.

Bir erkeğin yapabileceği en fazla pazarlık bir alışveriş sırasında olur ama kadınlar bunu hayatına yaymayı becerebiliyor. Dedik ya kadınlar sayısaldır diye bundan kaynaklanıyor işte. İşte bu sayısallıklarınıda en güzel şekilde değerlendirirler. Ergenlik ve ergenlik sonrası dönemlerinde sürekli pazarlık paylarını en hit seviyede tutarlar. "Adonisli olacak erkek dediğin" kendi 1.60lık boyuna bakmadan "erkek dediğin 1.85 en az olacak, esmer, kirli sakallı" vs diyerek biscolata erkeği tabirini arar dururlar. Etrafındaki kadınlara sürekli böyle şeyler söyleyerek fişteklerler. Ee kadınlar arasında rekabetten "o isterde ben isteyemez miyim yelloza bak yeeaa" diyerek bu sefer farkında olmadan bir domino etkisi başlar. En sonunda çağımızın hastalığı diye tabir edilen "adonis etkisi"ne girerler. Bu hastalık kadınlar arasında kıskançlıktan/kıskandırma istediğinden kaynaklandığını düşünürsek gripten bile daha etkilidir. 

Ama işin trajik tarafı burada başlar. Bunca "adonis himayesi altında" olmasına karşılık memlekette talebi karşılayacak kadar olmadığında dolayı "lan hiç yoktan esmer, kirli sakalı olsun boyuda siktir ettim" diyerek içten içte ağlaya ağlaya hedeflerden uzaklaşılır. Boy uzunluğunuda aradan çıkartmıştır. Çünkü memleketin standartları uzun boylu değildir. Aradan geçen 5-6 seneden sonra halen aranan standartlarda birisi bulunamamışsa "sakalı olsun bari" demeye başlanır. Artık en sonunda esmer, beyaz bmw'li ve 1.73lük bir prens gelir. Prensin direksiyon başına oturduğunda vakfıbekir ekmeği gibi olan göbeği göze batsa da sorun olmaz. Kirli sakalı yoksa alttan alttan imalarda bulunulur "tatlııııım şöyle bir hayal ettimde sana kirli sakal... Offf diyorum" gibisinden. Prens tabi alınan gazla ya kirli sakal bırakmaya başlar yada çıkmıyorsa bile hayatının hatasını yaparak yüzünü kuru kuru jiletlemeye başlar. -zavallım- Hele kadının rekabete girdiği "arkadaş"larının sevgilisi yok yada boyları daha kısayla değmeyin o kadının keyfine. Dünyalar onundur.

Evde kalmış ama halen inatla hedeflerinden vazgeçmemiş canlı örneklerini görmek isterseniz evlendirme programlarında "almanyadan, hollandadan, isviçreden olsun benim olsun"  diyenleri takip etmeniz yeterlidir.

Tamam erkeklerde ister güzel "at gibi" tabirinin kullanıldığı geniş kalçalı ve 92 civarında göğüsleri bulunan kadını. Ama erkekler pazarlık anlayışını bu kadar hayatına yayamaz ve kadınlar gibi böyle çıtayı yüksekte tutup kademe kademe indiremez. Buna kabiliyeti yoktur. Genelde direk normal alışveriş pazarlığı yapar gibi en alttan başlar ve hatta en fazla "Abi valla sıkıldım ya... Eve gidince önüme bir tas çorba koysun yeter" ile kısıtlıdır.

Not: Adonis var evet ama henüz bmw yok. hep görüp yapmak istemişimdir yazının şarkısı zımbırtısını. buradan ulaş istediğini seç yazının şarkısı için.


25 Nisan 2012 Çarşamba

Bi Kadın Var #4

Bi Kadın Var #4
Sessizlikten sağır olduğum şu evde basbas bağıran
Üstünde benim gömleklerinden biri,
Saçlarını el yordamıyla düzeltmiş ama halen biraz pasaklı
Yüzüne baktığımda hiçbirini görmediğim
Bana bişeyler söylenirken gözlerinin içine baktığımda donup kaldığım
O bağırıyor ama, ben hiç mi hiç duymuyorum
Kaybolmuşum, dalıp gitmişim O'na.
Belki biraz ufak tefek,
Kimileri minyon diyor ama öfkelendiğinde önünde durulmuyor.
Bağırsın, çığırsın,
Rahatlasın.
Seviyorum onu delicesine.
Masaya elini vurduğunda irkiliyorum
Kendime gelip "efendim?" diyorum.
"Dinlemiyor musun beni sen!!!?" diyor.
Dalıp gittiğimi söylesem ne değişecek? Belki daha da kötü olacak.
"Dalıp gitmişim" diyorum.
Ortalık karışıyor iyice.
Bu sefer salak salak sarılıyorum iyice. 
"Kahve istiyor musun?" diye soruyorum "yap bakalım" diyor.
Trip atmıyor ya tapıyorum.
Kavgada etsek zamanımızı trip atarak geçirecek kadar boşa geçirmediği için tapıyorum ona.
Kahveler bardaklardaki yerini alınca 
"Anlat bakalım şimdi sakin sakin" diye konuyu tartışıyoruz.
Belki saatlerce konunun artısını eksisini konuşuyoruz.
Haklıyı haksızı aramadan, 
"eee daha öncede böyle böyle..." diye başlayan cümleleri birbirimizin başına kakmadan
Önümüze en iyi şekilde nasıl yansıtabiliriz diye düşünüyoruz.
O anlık çözüm bulamasakta nasıl olsa üstesinden gelecez diye gülümsüyoruz kimi zaman.
"Ben duşa girecem" diye yanımdan ayrılıyor
Giderken hınzır hınzır gülümsüyor
Mutfak kapısından çıkıp gözden kaybolduğunda ardından yakalamak için fırlıyorum 
ve o an elim bardağa çarpıp dökülüyor.
Koridora gidiyorum banyo yada diğer odaların ışıkları sönük
Ve ben o an anlıyorum;
Belkide sen hiç yokmuşsun da ben kendi yalnızlığımda yaratmışım seni...


20 Nisan 2012 Cuma

on8 TV ve Okan Bayülgen

on8 TV ve Okan Bayülgen
Çok şükür saçmasapan dizi ve gereksiz reklam pompalamasından kurtulacağımız bir kanal olacak. En azından ben öyle sanıyorum ve diliyorum. Kimin neyin bünyesinden kurulacağı pekte umurumda değil. Ama ibretlik birşey olup diğer kanalların kökten değişim başlangıcı olacak gibime geliyor. Okan Bayülgen'in Salı ve Perşembe günü yaptığı programlarda çıkan anket sonuçları bile en az 13.000 oylamaya sahip olduğu sürece bu işin karşılıklı iletişim olduğunu herkese anlattı. 2 ay önce babamla bile izlerken "oğlum sor bakalım belki cevaplarlar" diye seslendikten sonra artık Tv sektöründe dengelerin herşeyiyle farklı olduğunu tam olarak idrak ettim. 


on8TV'nin ilk basın bülteni;
‘on8tv ulusal kanalların, ‘ailenizin televizyonu’ kampanyalarından farklı, ‘hedef kişisel medya’, ‘yanlızca senin için sloganlarıyla geliyor. Seyirciyi değil, takipçiyi istiyor. Bu açıdan hedef kitlesini anlamak ve saygısını kazanmak temel prensibi. Cep, tablet ve PC’lerle izleme yanlızlaştığı ve kişiselleştirildiği bir dönemde, uyuşturmak ve fırsattan istifade reklam pompalamak yerine ‘yaşamına arkadaşlık etmek’ istiyor. Bu açıdan genç ‘Gençlik Televizyonu’. Gördüğünüz gibi hiç havalı reklam cümlesi kurmadan derdimi anlatabildim. Reklamcılarla konuşurken bir kaç tane sallıyorum muhakkak anlasınlar diye! Sonuçta on8tv eski ve yeni medyayı ortak kullanan ve genç adamların yaptığı bir iş olarak, çok tedirgin edici değil mi sizce de? Bu on8tv’nin ilk basın bültenidir’.
Olayın başında Okan Bayülgen varsa zaten arkasından sorgusuzca tamam diyecek gençliğin içindeyim bende. Bu yüzden sonuna kadar güveniyorum. Ama buna istinaden benimde isteklerim olmayacak değil. İstekler demiyelim de sadece istek diyelim. Tek istediğim internet üzerinden kesintisiz CANLI yayınlanabilmesi. Benim gibi geceleri sabahlara kalan baykuş mesaicilerinin Tvleri izleme lüksü sadece internet üzerinden oluyor. Yani birçoğumuz böyle gidip tv ile mekanda bulunurken bir taraftan iş yapıp bir tarafan kulağımız tv'de olmuyor. Bu sorununda tek çözüm yolu internetten yayın olması! Birkaç sosyal medya programı yaptığını ZANNEDEN programların bile internet üzerinden canlı olarak izlenememesi onların sosyal medya programı yaptırdığını zannettirse de halen Tv sektörünün köleliği içinde kavruluyorlar. Bizimde gözümüzü boyamaya çalışıyorlar güyya! Zaten yayınlanacak olan diziler vs. kısmına hiç girmiyorum bile. Yıllardır 40 dakikadan fazla olmasından yakınılıyordur. Onlarda 40 dkya bağlanır diye umuyorum ki öyle olur zaten. 

Şuna eminim ki alışılagelmiş televizyonculuk anlayışını kökten söküp atacak ve interaktif katılımda bulunacağımız bir kanal olacak... Hayırlısı bakalım kolay gelsin herkese...


18 Nisan 2012 Çarşamba

Hırsız Fotoğrafçılar

Hırsız Fotoğrafçılar
Daha önce fotoğrafla ilgilendiğimden bahsetmiştim sanırım. Profesyonel yada amatör olarak bile değil, sadece "hobi olarak deklanşöre basıyorum" tabirini daha yerinde buluyorum. Çünkü pek üstüne düşecek zamanım olmuyor ve bu işin peşinden koşanlar kadar bile bilgim olduğumu zannetmiyorum. Fotoğrafçılık mevzusu son birkaç yıl içinde büyük çağ atladı. Vesikalıklar, düğün, sünnet fotoğrafçılığı derken işin içine teknolojide girince işin ucu bucağı kalmadan aldı başını gitti. Eskiden herhangi bir devlet dairesinde yada sınav merkezine bile giderken yanımızda götürmemiz gereken üç dört adet vesikalıkların yerini gittiğimiz yerlerde bulunan webcamler aldı. Tab yaptırmak istediğimiz filmliler makinalar kalktı yerine 4gb, 8gb lık hafıza kartları girdi. Sokaklarımızda bulunan "Foto Nejat" tabelaları "Emlakçı Nejat" olarak değişti. 

Ama fotoğraf piyasası öldü mü? Tabiki de hayır. Sadece büyük bir devrim yaşadı veya boyut değiştirdi diyebiliriz. İşin içine photoshop, lightroom vb. programlar girdi ve artık günümüzde manipüle edilmiş fotoğraf (silinmiş/eklenmiş obje gibi) veya fazla renklendirmeli fotoların doğal olup olmaması konuşulmaya başlandı.  Neyse konu bu değil zaten.

Günümüzde fotoğraf çekmek artık telefonlarımıza kadar girdiği bu zamanda artık herkesin yapabileceği gibi gözükse de esasında herkesin yapamadığı ama yapmak için uğraştığı yada BAŞKALARININ FOTOĞRAFLARINI ÇALARAK müşterilerini kandırdığı bir ekmek kapısı halinde. Facebookta mutlaka denk gelmişinizdir "xxx photography" diye sayfalara. Bunlardan kimisi çok iyidir, kimisi kötüdür. Bu insanın beğenisine kalmış bişey tabi ama bunların dışında bizim farkında olmadığımız esasında arasında HIRSIZ olanlarda var. Başkalarının fotoğraflarını alarak "bunları ben çektim bakın portre bakın manzara fotoğrafları" diyerek bize satmaya çalışanlar Çakma fotoğrafçı sayfaları.  İşte tam bu noktada HIRSIZ ile EMEKÇİYİ ayıran bir facebook sayfası var. HIRSIZ FOTOĞRAFÇILAR sayfası bunları ayıklayarak ifşa etmeyi seçmiş. Neredeyse kuruluşundan beri takip ettiğim bu sayfa (o sıralar 200-300 kişiydi) onca zaman içerisinde birçok kişiyi ifşa ederek EMEK HIRSIZLARINI yok etmeyi başardı. Kimisi halen yüzsüz yüzsüz çalıp çırpmaya devam etse de kimisi akıllanıp fotoğraf çekmeye başladı. Ekipleri sağlam, arkasında birçokta destekçisi var. Kavga çıksa indirirler aşa.

Uyanık olun. Facebookta binbir tane sayfa beğenmiş durumdasınız zaten. Bu sayfayı da takip etmenizde fayda var. Belki çok yakında takip ettiğiniz fotoğrafçının fotoğrafları belkide ona ait değildir? Çünkü bahsettiğim sayfada zaman içerisinde nelere şahit olduk nelere... Hiç yoktan yarın öbürgün düğününüz, nişanınız olur, sizin olmasa bile bi arkadaşınızın olur belkide emek hırsızı fotoğrafçıların mağduru olmasını önlersiniz. Düğün, nişan, sünnet, doğum vs. fotoğraflarınız çok güzel olmasını dilerken hüsrana uğramamak adına göz atmakta fayda var. 

Bu dediklerimin yarısını okuyan fotoğrafla ilgilenenler zaten çoktan sayfaya beğenip incelemeye başlamıştır bile, ama fotoğraf konusuna uzak olanlarında bir göz atar umarım.

Son olarak, Işığınız istediğiniz gibi olsun.


16 Nisan 2012 Pazartesi

Teknoloji Bize Zarar mı?

Teknoloji Bize Zarar mı?
Bugün her bok elimizin altında. Esnaf lokantasının duvarında 106 ekran lcd, hepimizin elinde son model cep telefonları, günlüğümüzü farkında olmadan kaydettiğimiz facebook adreslerimiz, twitter vs. vs. (ask.fm linklerini paylaşıp haydi sor sor diye yırtınanlara halen aynen anlamadım. lan zaten diğer platformlardan ulaşabiliyorum her türlü ask mask ne?) Tonlarca oldu. Artık herhangi bir tanesine üye olmazsan eksiklikmiş gibi görülüyor. Herkese ulaşmak artık çok ama çok kolay. Twitter adresi varsa yaz direk, olmadı mail at. Cep telefonunu biliyorsan hemen ara. Heh işte cep telefonu... Belkide olayın kırıldığı nokta burası. Bizim bu zımbırtıyla iletişimleşmemiz gerektiğini düşünüyorum ama çoğu zaman böyle olmuyor.

Dedem, Beyazıt'ta çalışan bir ayakkabı ustasıydı. Eşi benzeri olmayan, kaliteli ayakkabıyı el emeği göz nuru şeklinde yapıyordu vakti zamanında. Zamanında diyorum bu bahsedeceğim olay 90'ların başı diye hatırlıyorum ama henüz ortaları falan değil. Beyazıt'tan eve hava koşulları normal olduğu zamanlarda sadece 1.5-2 saat sürüyordu. Bir yaz günü akşama doğru çok fena bir yaz yağmuru başlamıştır. Bardaktan boşalırcasına derler ya hani heh işte hortumla tutuyorlarmış gibi. O zamanlar İstanbul bu kadar gelişmiş(!) değildi. Bizim bulunduğumuz sokak, diz hizasında su dolmuş evimizin önünden nehir geçiyordu sanki. Neyse dedem normalde gelmesi gereken saat 19:00 civarı olması gerekirken o gün gece 12'ye az bir zaman kala geldi. O saate kadar herkes de bi telaş, herkes de ha geldi ha gelecek tedirginliği yok denecek kadar azdı. Ama bu kadarla sınırlıydı. Normaldi o zamanlar bu tür şeyler. Tedirginlik, telaş limitimiz daha doygun seviyelerdeydi. Dikkatimi çeken şey ise, o saatte geldiğinde b.annemin daha kapıdayken dedeme sarılmasıydı. 
Nerde kaldın herif.
Ama bu yakınma olarak değildi. Sesinde biraz neşe, biraz tedirginliğin kaybolma rahatlığıydı. Arkasında halam sarıldı, sonrasından babam. Dedem bile şaşırmıştı bu duruma. Eve her gün geliyor ama hiç sarılan olmuyordu.
Bu ne böyle, bilseydim hergün geç gelirdim hanım.
Teknoloji Bize Zarar mı?
Bugün tam bir pimpirikli durumdayız sanırım. Üç defa aradığın kişiye ulaşamadığında "Lan acaba???" diye aklımızdaki soru işaretiyle işimize yada muhabbetimize devam ediyoruz. Beşinci arayışımızda eğer gene ulaşamadıysak "Garanti bişey geldi başına" diye pimpirikleniyoruz. Bir telaş bir huzursuzluk kaplıyor daha ulaşamamanın 20. dakikasında.
İşin daha ilginç boyutu da şöyle; ulaştığı halde fırça atıp yüz yüze geldiğinde kavga edenler.
x: nerde kaldın?
y: Çok fazla trafik var.
x: (20dk sonra) Nerde kaldın herif!
y: Daha kavşaktayım çıkamadım.

x: (40dk sonra) Nejat eve gelmeyi düşünüyor musun?

y: Yoldayım dedim ya Nilüfer!
x: (1 saat 15dk sonra) Nerde kaldın sen?
y: Yoldayım dedim ya çok trafik vardı.
x: İnsan bi haber verir geç kalacam diye değil mi Nejat!
y: ?????? Tabi hayatım Haklısın.
Eskiden, cep telefonu yokken nasıl yapıyorduk biz? Meraklanma bardağımız ne zaman dolup taşıyordu?

4 Nisan 2012 Çarşamba

Adamlar -Doğa için- Çalıyorlar Abi

1 değil, 2 değil, 3 hiç değil tam 4 oldu. Pekte güzel oldu, çokta güzel oldu. Divane aşık gibi ve uzun ince bir yoldayım parçalarından sonra potpori şeklinde gesi bağları-çemberimde gül oya-çay elinden öteye 'yi tek seferde güzel coverladılar. (sanırım cover deniyor anladınız siz işte he.) Dördüncüsü çoktandır yapım aşamasındaydı çok şükür ki bitti ve Selvi boylum al yazmalım, Çiçek Abbas, Devlerin aşkı'nı birden coverlayarak ziyafete sunuldu. Lafı hiç uzatmayacam işte hepsi bir arada burada.
Eğer sizde destek olmak isterseniz paylaşın, paylaştırın hiç yoktan bloğunuzun kenarında köşesinde "doğa için çal" banneri ekleyebilirsiniz. Adamlar birşeyler yapmaya çalışmıyorlar YAPIYORLAR.



Doğa için Çal 4 - Selvi Boylum Al Yazmalım - Çiçek Abbas - Devlerin Aşkı


23 Mart 2012 Cuma

Umutsuz Mahalle Teyzesi Melek Abla...

Balat '11
Geçen pazarlardan biriydi. Şu havaların buz gibi olup Allah'ını seven üstüme cemre atsın diye dua ettiğim günlerin hemen sonrası. Freud karakterindeki arkadaşım "gel lan gel dışarısı akıyor" demesinin üzerine attım kendimi dışarı. Sokağa çıkar çıkmaz cemreyi hissettim. Ne güzeldi hava öyle. Freud'la hoşbeş naber nasılsının ardından ayakları otomatik olarak her zaman yürüdüğümüz yöne doğru aktı. İlk sokağı geçtikten sonra aklım başıma geldi de dedim 
L - Noluyor? nereye gidiyoruz?
F - Turlayalım işte aşağı doğru...
Turlayalım dediğimizde hafta içi akşam yemeklerini fazla kaçırdığımızda çıkıp yürüdüğümüz tramvay yoluna takiben gittiğimiz avm önü. Avmlere girmek, hele ki pazar günlerini avmde geçirmek en hazetmediğim hatta kaçarcasına uzak durduğum şey. Işıklar, kuru kalabalık, amaçsızca avm içinde turlamak... bir türlü anlam veremedim nedense. Neyse
L- Gene gidecez oraya. Yok dön geri sokakta dururum daha iyi.
Sonrasında da öyle oldu. Döndük doğup büyüğümüz sokağa. Oturduk kaldırım taşına başladık laflamaya. Her zamanki gibi yoldan gelip geçenleri gözlerimizle takip edip laf lafı açtı. Derken bizim sarı birader belirdi arkamızda. Klasik hoşgeldin beş gittinden sonra yanımıza yanaştı. 3-5 dakika geçmeden bunlar kendi aralarında son 6 aydır yaptıkları muhabbetin gene içine girdiler.
S - Sen nerden aldın eşyaları bizde alacaz.
F - Tanıdık var. İstediğin gibi üretiyorlar mobilyaları gelip bakıyorlar odaya istersen
S - Nerde?
F - Masko'da ya gideriz beraber.
S - Beyaz eşyayı n'aptın?
F - Yarısı tamam çamaşır makinasını aldık işte birde buzd.....

21 Mart 2012 Çarşamba

Bi Kadın Var #3

Ansızın bir kadın gelir. 
Senin somurtan suratına ifade katmaya çalışır. 
Yılların korkusundan belki ilkinde oralı olmasan da muhabbet etmek istersin. 
Her cümlende yalnızlığından sıyrıldığını hissedersin. 
Bir iki gülümseme derken birden yalnızlığından kaçarsın. 
Halbuki uzun zamandır alışmışındır. 
Belki de o kadının gülüşü seni söküp almıştır. 
O an farkında olmazsın belki ama sönüp giden heyecanı körüklemiştir gülüşü. 
Sen o gülüşün peşine takılır ve ilerlersin. 
Zaten kaybedecek neyin vardır ki artık? 
Elinde ne var da üzülebilirsin? 
Damağındaki tada mutluluk adını takarsın. 
bi kadın var
Hiç yoktan yalnızlık grisinden biraz olsun sıyrılmışsındır.
Ee sonra? 
Sonra giderken gülüşünü yanında götürür o kadın. 
Masadan kalkar ve uzaklaşır. 
Arkasından bakarsın taa ki merdivenlerden inip kaybolana kadar. 
Gözün orada kalmıştır içindeki dönüp gülümser umuduyla beraber.
Kafanı çevirirsin.
Tekrardan hoş geldin yalnızlık. 

20 Mart 2012 Salı

BNRP Kayıtları

Kaan Çaydamlı ve Mete Avunduk
"Korumasız toprakları koru, kadınların ve çocukların önünde asla tükürme!"


der ve başlar. Kaan Çaydamlı, Mete Avunduk. Gençliğini 90'larda yaşamış Kadıköy semalarında dolananların daha çok aşina olduğu iki isim. 

Bir radyo programı düşün ki zamanının en agresifi en farklısı. Yayında dakikalarca suskunluk ya da dünya dışı varlıkların bağlandığı bir radyo programı? Yeri geliyor en derin felsefenin taşını oyuyor, yeri geliyor sıradan rutin cümleler. Sayın dinleyenle beraber ağlıyor, isyan ediyor yayından sonra birlikte yatıyor. Bazen "dünyanın en büyük kiremitte balık maketinin" içinde bulunduğu bir hikayenin içinde buluyorsun kendini bazen de yayına bağlanan kadının göğüs ölçülerinin kaç olduğuna denk geliyorsun.
K: En son ne zaman aldatıldın?
M: Pazartesi.
K: Çarşamba benimleydi çünkü ondan sordum.
M: O halde perşembe günü.
K: Ben salı gününden beri düzenli olarak aldatılıyorum.

13 Mart 2012 Salı

Sosyal Medyada DüşünME Özgürlüğü

Sosyal Medyada DüşünME Özgürlüğü
Dün gece "yüksek zümreden" birisinin tweetlerini okurken tekrardan anladım eleştiri değil pohpohlamak önemli. Birisi demiş ki; "Senin yaptığın yanlış" sonrasında da olayla ilgili destansı tweetler atmış. Üşenmedim en az elli tane tweetini okudum. Düşüncelerini uygun ve açık bir şekilde dile getirmiş. Hatta kendisine göre yer yer yapıcı bile olabilir. Tamam buraya kadar her şey normal. Ama sorun burada başlıyor işte. Bu "Yüksek zümreden" diye tabir ettiğim kişi bilindik klasik sonla olayı noktalamış.
"Adını ver. Şu üniversitede okuduğunu biliyorum. Bostancı'da oturduğunu öğrendim. Adresini ver uğraştırma Mahkemede görüşecez seninle! Bulacam seni ibret olsun diye mahkemeye verecem" diye iki üç tweetle cevap vermiş olaya.
Ardından da;
"Yada Özür dile AFFEDEYİM. Sende özür dile affedeyim. Bak arkadaşın özür diledi AFFETTİM"

9 Mart 2012 Cuma

Otur Bayülgen SIFIR(!)

Selam, ben Rtük!! Çözdük ingilizceyi indirdik seni 2 haftalığına da olsa. Yok öyle GO AND FUCK demek falan! Elimizden gelse komple yasaklayacaz ama olmuyor işte. Billuru fazla bir insansın! Gençlere de kötü örnek oluyorsun. Kafalarını karıştırıyorsun koyunların Sayın Bayülgen. Durduk yere işimize alttan alttan çomak sokuyorsun. Bırak yönlendirme burası demokratik bir millet be adam! Doğru yolu gösterme elaleme elbet su akar biz yolunu yaparsız  onun. Rtük olarak bizi de her seferinde ters köşeye yatırıyorsun! Birde kendince önerilerde bulunuyorsun gençlere. Yok efendim neymiş;

"Blog açın düşüncelerini yazın paylaşın." Be adam sen kim oluyorsun da gençlere düşüncelerinizi dile getir diye yönlendirmede bulunuyorsun ha?

Neyin kafasını yaşıyorsun? Bırak gençler dünyadan bir haber yaşıyorlar zaten. Yumurta atan gençleri arada zapt etmek güç olsa da seslerini acılı biberle kesiyoruz. Yumurtacı, tinerci gençlerle uğraşmak zor zaten sende fiştekliyorsun, yol yordam gösteriyorsun. Sonra bunlar bizim başımıza patlıyor. Çünkü bu senin yaptıkların bize ters. Oturttuğumuz bir sistem var bulaşma. Koyunları uyandırma!

8 Mart 2012 Perşembe

Zeyna, Kadınlar Günün Kutlu Olsun.

Önsöz olarak ufak bir bilgi;
"8 Mart 1857 tarihinde ABD'nin New York kentinde 40.000 dokuma işçisi daha iyi çalışma koşulları istemiyle bir tekstil fabrikasında greve başladı. Ancak polisin işçilere saldırması ve işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında işçilerin fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamaması sonucunda çoğu kadın 129 işçi can verdi..." devamını vikipedia'dan okuyun! Bunu her kadın bilmeli ki ilerde bir gün "bu gün nerden çıktı" denildiğinde şakkadanak cevaplanabilmeli. Ben yazıma geçeyim.
Bugün keşke "Yok şiddet, yok şu kadınlar günü" diye isyankar takılanacağına çıkıp sokaklara 1 hafta boyunca etkinlik yapılmasını dilerdim. Bugün birlik olunabilinseydi. Böyle kenarından köşesinden olmasaydı da "vay be" dedirtecek aktivistlikte bulunulsaydı. 

Halen tv, radyo ve sosyal medya'da emekçi, sigortalı, ezilen, barbekücü kadınlar günü diye dillere gelip ister istemez ayrımcılık yapılıyor gibi geliyor bana! 

Kadınlar Günü işte... ha emekçi kadın, ha ezilen kadın, ha sigortalı kadın...

7 Mart 2012 Çarşamba

Anam Mim'lenmişim.

Anne beni fişlemişler. Etiket olmuşum güzel bir blog yazarına. Anne tamam hemen başlama güzel dedim diye, sevgilisi var zaten.  Missbone'u yazılarıyla takip ediyorum sadece. Bonbon ne desen haklısın. Mim'in üstünden 1 hafta geçti belki ama koşuşturmaca falan derken kusura bakma. Zaten mimlenme olayını yeni çözdüm. Ne olduğunu yeni anladım ki mimlendiğimi şans eseri anladım sen düşün artık. Bizim bakkal nuri abi söyledi en sonunda "olum mim seni takip eden görüşünü almak istediği bişi neyim öyle bişey veresiyen de kabardı kapat bi ara." dediğinde jeton düştü benim. Daha çömezim buralarda. Bir önceki kapattığım blogları saymazsak. Zamanla oturacak her şey sıkıntıya gerek yok.  Missbone mim'in ardından 5-6 yazı yazdı ben halen mimlenmişim cevap verecem. Ehh bana yani neyse;

1-Hayatınız filme çekilse adı ne olurdu ve soundtrackinde hangi şarkılar yer alırdı? 
Sabit rüzgar olurdu.

5 Mart 2012 Pazartesi

Kelebek etkisi bu olsa gerek!

Çıldıracam hatta delirecem. Son iki üç haftadır muayyen kadınlar gibiyim. Bi karın ağrısı eksik! En iyisi yazayım da belki biraz olsun kurtulurum. Psikolojik "anlat yavrucum" düşünceleri işte. 

Kelebek etkisi bu olsa gerek!
Kafamın her yerindesin. Nerden saplandın da atamıyorum anlamadım. Ne güzel hatıralarımın en derinlerinde kayboluyordun kısa zaman öncesine kadar. Belki kaybolmuştun ama hortladın işte! Ne güzel sünger çekmek üzereydim. Arada sırada "Keşke... Neden..." diye sorgulasamda! Son iki üç haftadır da sürekli sorgular oldum "neden böyle olduk" diye. "Salak ben Keşke...." diye başlayan binlerce cümle. Al sana bir tane daha, keşke bu kadarla kalsa ama işin daha boktan tarafı gece yada gündüz farketmez ne zaman uyursam uyuyayım rüyamda sen ve senin O'nu görüyorum! Seni gördüğüm yetmezmiş gibi birde o'nu görmem yeterince boktan. Ama bugün en son gördüğüm rüya hepsinden boktandı. 

Mekan Kuşadası; belkide herşeyin başladığı yer! Biraz düşününce herşeyin başladığı yer diyebiliyorum ama bu sefer yanımda "babam" var. Öyle almışız elimize biraları sahile gidiyoruz. Babamın göbeği önde biz arkada en sonunda denizi uzakta bir yerde görüyoruz. neyse vardık plaja ve "biraları tazeleyelim" dedikten sonra ben yöneliyorum bar kisfesine bürünmeye çalışmış yere.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Bi Kadın Var #2

Bi kadın var 2
Oturma odasındaki eski moda rafta süslenişin gözümün önünde.
Ellerin saçlarında kabartmaya çalışıyorsun, 
Uğraşıyorsun, uğraşıyorsun, bir türlü tam istediğin gibi olmuyor,
Ben "tamam yeter" desem de için rahat etmiyor.
Çapraz köşeli aynada gözün bi karşında duran aynaya gidiyor, bir sağ taraftakine.
Karşındaki aynaya bakarken sağ taraftan da saçının, yüzünün sağ tarafını kontrol ediyorsun.
Heh işte o beklenen saçları geri atma hareketinde geldi.
Artık yüzünle oynamaya başlıyorsun. 
Bu sefer sadece karşındaki aynaya odaklanmış ve gözüne sürdüğün o zımbırtının fazla kaçmaması için dantel gibi işlemeye çalışıyorsun.
Ben kapıda dikilmiş seni izliyorum,
Gene geç kalkmışız, saat öğleden sonrayı çoktan geçmiş.
Biz yemek için dışarı çıkacaz.
Gözlerine sürme olayın bitince bana dönüp bir öpücük atıp tekrardan dönüyorsun aynaya.
Heeh işte. Çıktı o kırmızı ruj.
Sürmesen olmaz mı? Yakışmadığın değil bu dediğim. Yakışıyor. Çokta cezbedici oluyor fakat,
Bu işlerden anlamam ama şunu diyebilirim sana süt beyaz yüzün olduğu için rujun rengi biraz abartalı kırmızı gibi. 
Bu yüzden abartılıyor duruyor o süt beyaz güzel yüzünde. 
Belki biraz daha açık kırmızı olabilir. Ne dersin?
Genede sürmeye devam edip dudaklarını içeri çekerek ağzını açıp kapatıyorsun.
İyice yediriyorsun dudaklarına.
Bu sefer mutfaktan geliyor sesin "hayatım" diye.
Sesin duvarlara çarparak yankılanıyor evin soğukluğunda.
"Burası çok güzel ya burada ne yemekler pişiririm ben sana " diye devam ediyorsun ve "tabii yardım edersen" diye ekleyip hınzırca gülümsüyorsun.
Yüzümde bir gülücük açıyor demek istediğini altında yatanı anlayınca.
"Eşek sıpası" diyorum tam sarılacam.
Sesin bu sefer kapıdan geliyor.
İçinde bulunduğun "kimseye yakalanmayayım" duygusundan yüzünde bi tatlı telaş hakim.
Sanki küçük bir çocuğun boyunun eremediği dolaptan annesinin ona en sevdiği tatlıyı vermesini beklerken heyecanlanır da gözlerini açar bekler ya, aynı onun gibi bekleyip benden "hadi" lafını bekliyorsun.
Üstüne başına bakıyorsun tekrardan.
Gene o babetler ayakkabıların ayağında, ben artık alışmışım.
Ben kapıyı açtığımda sen kapının arkasına geçiyorsun çoğunda olduğu gibi.
Etrafa bakıyorum.
İçeride tatlı bir sabırsızlık.
Kapıyı tıklatıyorum.
Tekrardan kapıyı tıklatıyorum.
Arkasından zile basıyorum.
Açılmayan bir kapı.
Artık hunharca vuruyorum kapıya.
Apartman merdivenlerinde çınlıyor elimle kapıya yaptığım darbeler.
Ardından elim anahtarıma gidiyor.
Kapıyı yavaşça aralıyorum ve kapıya yaslanıyorum.
Ben kapıya yaslanmışım ve O an anlıyorum, 
belkide sen hiç yokmuşsun da ben kendi çaresizliğimde yaratmışım seni...

28 Şubat 2012 Salı

Yalancı Bilim Adamları...

Yalancı Bilim Adamları...
Zamanı geliyor az kaldı. En son iki buçuk ay önce çıktı diye hatırlıyorum "bilmem kaç ışık yılı uzakta yeni dünya keşfedildi" haberleri. Üç beş gün sonra tekrardan çıkacak bu haberler. Arkasından en fazla iki gün lafını yapacaz. "abi su varmış bu sefer, yok olum orada çok gümüş ve kömür varmış" gibisinden. Sonra kıraathanenin masasında "abi teknoloji işte adamlar gidiyor biz halen buralardayız amk" diye hayıflanmalar. Tabi sonrasında unutacaz neyin bile bulunduğunu adını bile bilmediğimiz, bilim adamlarının dünya diye adlandırdıkları şeyi. Bilim adamı olmak vardı anasını satayım. Atıyorlar ortaya bir laf sonrasında herkesi inandırıyorlar, birde üstüne ay sonunda maaşlarını alıyorlar Tabi olmazla olmaz olan keşfedilen şeyi süslemek, "200 yıl ışık yılı uzakta bulundu bir dünya su var hava var birazda" diyerekten. Her süsleme mesafe biraz daha uzuyor.
Ama kimse de sormuyor "Aga nasıl olur bu iş?" diye.
Valla onu bunu bilmem ama ben inanmıyorum çünkü en basitinden bir yere gidip gelme örneğini verecem artık siz hesaplayın.

26 Şubat 2012 Pazar

Keramet dostta değilmiş meğersem.


Hayatta iki şeyden hep korktum.
Birincisi herhangi birisine borçlu kalmaktan.
Başkasına gebe kalmayı bir türlü hazmedemedim.
Tamam insanın kötü günü olur dostlarıda yardım eder vesselam.
Ki insanın dostlarıda ister esasında yardım etmeyi.
İleride sende ona yardım edersin.
Dostluk budur değil mi ya?
Dostlar böyle günlerde belli olur değil mi?
İkinci korktuğum şey bunun yanında hiç kalır esasında.
Kötü gününde yanında olan dostunu, rahat çıkınca sallamamak.
İplememek.

24 Şubat 2012 Cuma

Bi Kadın Var #1

Delicesine fotoğraf tutkunu,
Sabahın köründe kalkıp benimle sokaklara çıkan,
Şehrin sessizliğini sadece ikimizin bozduğu,
Sabahın ilk ışıklarını elimizdeki makinalarla bekleyip,
Gün ağırırken şakır şakır makinanın shutterlarını acımazsızın saydırdığımız,
Uzun pozlama sırasında doya doya öpüşüğümüz,
Öpüşmeler uzasın diye diyafram değerini iyice kısıp 30 sn hatta bulb moduna alıp çekim yaptığımız,
Ansızın “Hassiktir ya bu ne böyle çok bokeh” diye iğrenç espri yapıp gülüştüğüm,


Bir kadın var ama nerde?